31 Temmuz 2014 Perşembe

Kitap Yorumu: Günaha Davet - Slyvia Day

Slyvia Day'in yeni bitirdiğim kitabıyla buradayıım!
Bu Slyvia'nın okuduğum kitaplarının en tatlı olanıydı bence. Tatlı diyorum çünkü bu defa birbirini çekemeyen, birbirini anlamaya çalışmayan, dünyanın en sinir bozucu erkek ve kadın karakterlerinin olmadığı, çok daha hoş bir kitaptı.
Hemen karakterlere geçmek istiyorum.

Alistair Lucius Caulfield: Alistair bundan  yedi yıl önce Jessica ile yaşadıkları özel andan beri, onu arzulamaktan ve onu sevmekten hiç vazgeçmeyen, ailenin istenmeyen çocuğu olarak büyümüş, kendisinin dahi utandığı bir geçmişe sahip olan bir adam. Masterson Dük'ünün dördüncü ve Masterson unvanına sahip olamayacak en küçük oğlu. Elbette ki çok yakışıklı, her kadın tarafından istenen, çapkınlığıyla ünlü bir erkek.

Leydi Jessica Sheffield/Leydi Tarley: Yedi yıl önce şahit olmaması gereken bir olaya şahit olduktan sonra hayatı değişen, kendinde bilmediği şeyleri keşfeden güzel bir kadın. Ve o da kız kardeşinden başka kimseye anlatamadığı kötü bir geçmişe sahip.  Tarley Vikontu Benedict Reginald Sinclair ile  mutluluk dolu bir evlilik yaşamıştır.

Benedict Reginald Sinclair: Tarley Vikontu unvanına sahip, gelecekte Pennington Lordu olması beklenen asil bir erkek. Jessica ile altı yıl süren güzel bir evlilik yaşarken, verem hastalığına yakalanıp ölmüştür.

Michael Sinclair: Tarley Vikontu Benedict'in kardeşidir ve abisinin eşi Jessica'nın kız kardeşi Hester'a abayı fena halde yakmıştır. Üstelik Benedict'in ölümüyle beraber Tarley Vikontu unvanını kazanmıştır.

Leydi Hester Sheffield/ Leydi Ragmont: Jessica'nın kız kardeşi, Edward Ragmont'ın eşi. Jessica'nın hem kız kardeşi, hem de en yakın arkadaşı. Michael'in dostluğunu çok sevmiş ama bir süre boyunca onun arkadaşlığın dışına çıkan duygularını fark etmemiştir.

Lord Edward Ragmont: Yakışıklı ve evliliklerinin ilk yıllarında Hester'a büyük mutluluklar yaşatan fakat ilerleyen zamanlarda içkiye başlayan Ragmont, kitabın en şerefsiz karakterinlerinden biri olma unvanına sahip.


Bundan yedi yıl önce, Jessica düğününe çok yakın bir vakitte, Alistair'ın da içinde bulunduğu, görmemesi gereken ama gördüğünde bundan kaçamadığı bir olaya şahit olur. Bundan sonra Alistair Jessica'yı hiç unutmamış, onu her zaman için istemiştir. Jessica  evlenir fakat Alistair'ın onda yarattığı etki içinde bir yerlerde devam etmektedir.

Eşi Benedict ölünce Jessica bir süre matemde kalır ve ardından hem biraz uzaklaşmak, hem de işleriyle ilgilenmek için uzun bir gemi yolculuğuna çıkıp Jamaika'ya gitmeye karar verir. Bunun için gerekli şeyleri ayarlaması için Michael'dan yardım ister ve Michael bunu memnuniyetle kabul eder. Bu sırada Alistair Caulfield, Acheron adlı gemiye sahiptir ve Michael, Jessica'yı Jamaika'ya ulaştırmak konusunda Alistair'ın kaptanlarından başkasına güvenemez.

Acheron'da mürettebat dışında sadece Alistair, Jessica ve Jessica'nın hizmetçisi olacaktır. Kamaraları komşu olacaktır ve bunu sadece düşünmek bile Alistair için harika bir şeydir.

Böylece büyük ve çok etkileyici olan Acheron'da yapılan uzun yolculuk başlar. Bu sırada Jessica ve Alistair birbirlerini yakından tanımaya, birbirlerine derin duygular hissetmeye başlarlar. Bu bana göre Slyvia Day'in tarzının dışına çıkan bir şeydi çünkü diğer kitaplarında karakterler asla birbirleriyle doğru dürüst bir şey hakkında konuşmuyorlar, sadece kavga ederken konuşuyorlardı. Ama Jessica ile Alistair'in arasında gelişenler bundan ibaret değildir çünkü birbirlerine gerçekten değer veriyor ve bunu hissettiriyorlardır.
Jessica bunun geçici bir ilişki olduğunu düşünmesine rağmen Alistair bunun biteceğine inanmak istemiyor ve bitmesini de istemiyordur.

İleride öğrenmesinin daha kötü olacağını düşünerek, Alistair herkesten sakladığı geçmişini, sırlarını Jessica'ya anlatır ve Jessica da ona kendi geçmişinden bahseder. Birbirlerine kimseye göstermediklerini yüzlerini göstermişlerdir. Birbirlerinin üzerinde köklü değişiklikler yapar, bir süre sonra birbirlerine bağımlı ve körkütük aşık hale gelirler.

Ve bunlarla eş zamanlı olarak Hester ve Michael'ı da okuyoruz. Hester mutsuz bir evlilik yaşamakta, Michael ise Hester'a deli gibi aşıktır ve onun bu mutsuz hallerini görmek canını acıtıyordur. Elinden geldiğince ona yardım etmeye çalışıyordur ama Ragmont'tan nefret etmekten başka bir şey yapamıyordur. Michael ve Hester'ın hikayesine Alistair ve Jess'inki kadar yer  verilmese de ben Hester'ı da Michael'ı da çok sevdim. İkisinin hikayesi yarım bırakılsa da sonunun mutluluk olduğunu gösterecek şekilde bitti.

Bu kitapta engeller yoktu. Kitap karakterlerin günden güne değişimlerinin, yaşadıklarının hikayesini anlatıyordu. Slyvia Day'in en sinirlenmeden devam edilebilen kitabıydı diyebilirim. :D Harika bir kitap mıydı, hayır değildi ama kötü de değildi. Eğer Historical seviyorsanız bunu da seveceksiniz ama Slyvia Day'in kitaplarına beklentiyi çok yüksek tutmayın. Sevgilerle. :)

29 Temmuz 2014 Salı

Kitap Yorumu: Melez Sözleşmeleri #1 - Melez | Jennifer L. Armentrout

Dün aldığım Melez'i çok merak ettiğimi söylemiştim ve hemen okuyup bitirdim. Şöyle söyleyeyim, eğer siz de benim gibi Melez Sözleşmeleri için geciktiyseniz, biraz daha gecikmeyin ve alıp okuyun.
Kitap bittikten sonra gerçek dünyaya dönmenin yarattığı boşluk etkisi hala üzerimde.

Kitabın çevirisini kimin yaptığını bilmiyorum ama ciddi şekilde göze çarpan çeviri hataları veya çevirmenin tercihinden dolayı çok gözüme batan kusurlar vardı. Ve de bol bol yazım hatası da vardı, özellikle açılmadan kapanan tırnak işaretleri. :)

Yine de tabi ki bu kitabı kötü bir kitap yapmıyordu. Yunan mitolojisinin ögelerini içeren kitap gerçekten etkileyiciydi.

"Orjinal yarı tanrılar, Herkül ve Perseus'la birlikte ölmeden önce, ancak ve ancak Yunanların yapabileceği bir şekilde birbirlerine karışmışlardı. Bu birlikteliklerden Hematoi adındaki safkanlar ortaya çıkmıştı; bunlar son derece güçlü bir ırktı. Dört elementi iradeleriyle kontrol edebiliyor, saf gücü manipüle ederek sihirlere ve ikna büyülerine dönüştürebiliyorlardı." (syf.12)

Bir safkan ile bir ölümlü insanın birlikteliği ile de ortaya melezler çıkıyordu. Melezlerin elementler üzerinde kontrolü yoktu fakat güç ve hız olarak safkanlar ile eşittiler. Ekstra olarak, iblislerin kullandığı element büyülerinin ardındakileri görebiliyorlardı.

İblisler melez ve safkanların kanındaki eter ile hayatta kalıyorlardı ve öldürmek onlar için kolay bir şeydi. Üstelik onların öldürülmesi ancak titanyum ile mümkündü. (Titanyum'un adı Titanlardan geliyor)  Ölmeleri zor, ve eğitimsiz bir melez ya da safkanı, -ki kanındaki eter fazlalığından dolayı safkanları tercih ederler-  öldürmeleri kolaydı. Bu da iblisleri direkt olarak safkan ve melezlerin düşmanı yapıyordu fakat bugüne kadar kimse onlardan birini yakalayıp sorgulamakla uğraşmadığı için tam olarak ne istediklerini kimse bilmiyordu. 

Alexandria, ama kendisine Alex demenizi ister, Akit'te okuyan melezlerden biridir ve melezlerin en başarılılarından biridir. Fakat bir gün safkan olan annesi ona hiçbir açıklama yapmadan onu okuldan alır ve ölümlü dünyada yaşamaya başlarlar. Bu süre boyunca Alex bunun sebebini merak etse de annesi ona hiçbir şey anlatmaz ve Alex de çok fazla sorgulamaz ve Akit'e hiçbir şey bildirmez.

Bundan üç yıl sonra Alex'in annesi iblisler tarafından kurutulup öldürülür ve annesinin de böyle bir şey olması durumunda yapmasını söylediği gibi Alex kaçar ama Akit tarafından bulunup okula yeniden götürülür. Okulun dekanı, Alex'in dayısı Marcus katı biridir ve ilk başta, Alex'in üç yıl önceki disiplinsiz davranışlarını göz önünde bulundurarak onu okula kabul etmeyip, onun safkanlara köle olacağını söyler ama Avcı Aiden ve diğer iki avcı tarafından, Marcus, Alex'in gelecek vaad eden bir öğrenci olduğuna ikna edilir.
Şimdi Alex'in okula dönmek için bir şansı vardır. Kısa süre içinde safkan Avcı olan Aiden ile çalışıp sınıf arkadaşları ile arasındaki açığı kapatmalıdır. Üstelik Alex de gücü ve içindeki iblis nefretiyle, bir Avcı olmaya karar vermiştir.

Aiden, bir safkandır ve yıllar önce ailesinin  iblisler tarafından öldürülmesinden sonra Aiden, amacı iblisleri yok etmek olan Avcı'lardan biri olur. Aiden güçlü ve hızlıdır, üstelik bundan üç yıl önce bile Alex Aiden'ı fark edip ona yasak bir hayranlık beslemeye başlamıştır ama bu çok yanlıştır,

çünkü safkanların ve melezlerin ilişkisi yıllardan beri yasaktır! 

Aiden ile Alex beraber çalışmaya başlarlar ve bu süreçte Alex, annesinin yıllar önce onu neden okuldan çekip aldığını ve neden ölümlülerle beraber yaşamaya başladıklarını merak ediyordur ve sorgulamaya başlar. Hiç haz etmediği bir kız olan Lea'nın söyledikleri Alex'in bu merakını arttırır ve kâhin kadının da anlattıklarıyla birleşince Alex dolaylı yollarla, kendisini annesinin ölümünden sorumlu tutmaya başlar.

Apollyon'un ortaya çıkmasıyla her şey çok daha karmaşık bir hal alır. Alex Aiden'a beslediği duyguları, annesinin ölümünü, Apollyon Seth geldikten sonra yaşanan tuhaf olayları kaldırmakta zorlansa da mücadele ediyordur. Bunların başına büyük bela açacağını bile bile.

Kitabın diğer sevdiğim yanlarından biri de on yedi yaşındaki Alex'in diğer kitaplardaki on yedi yaşındaki kızların yaptığı ergenliklere çok az örnek sergilemesi oldu. Yirmi yaşındaki Aiden da, on yedi yaşındaki Alex de ve diğer çoğu karakter olgundular. Üstelik hepsinin de sevilecek bir yanları kesinlikle vardı.

Eğer okumadıysanız okuyun ve bunun bir yasak aşk hikayesi olduğunu falan düşünmeyin, ilerleyen kitaplarda  iyice büyüyeceğine emin olduğum bir fantastik dünyanın içine dalıyorsunuz.

Kitap boyunca gelecek sayfalarda neler olacağı çok rahat tahmin ediliyordu bence ama yine de kitap okudukça heyecanı artan ve merakı da arttıran bir kitaptı. Ve burada yazdıklarımdan çok daha dolu doluydu tabii ki. En yakın zamanda serinin diğer kitaplarının tamamını alacağım.




25 Temmuz 2014 Cuma

Kitap Yorumu: Arzulanan Kadın - Slyvia Day

Aslında Boş Koltuk'u okuyamaya başlamıştım ve Arzulanan Kadın'ı da ondan sonra okumayı düşünüyordum. Ama kitabı şöyle bir elime alıp ilk sayfalarını okumaya başladım ve bir de baktım kitabı yarılamışım, bitiyor. Daha blogdaki "Ne Okuyorum?" kısmını değiştiremeden Arzulanan Kadın'a başladım ve bitti.

                                                                                                Öncelikle söylemeliyim, dünyanın en çekilmez, en öküz karakteri büyük ihtimalle bu kitabın esas oğlanı Marcus Ashford'dur. 
Bir o kadar anlayamadığım karakteri de esas kız Elizabeth Hawthorne'dur.  Bir kadın böyle bir erkeği nasıl kabullenir aklım almadı. O kadar sinir bozucuydu ki kitabı beğenmeme yolunda ilerliyordum.

Tarihi Aşk kategorisine koyabileceğimiz bir Slyvia Day romanıydı. Daha önce yine historical olan Yatağımdaki Yabancı'yı okumuştum ve oradaki ana karaterler de insanı kitaptan soğutacak derecede sinir bozucuydu bence.

Fakat yine de historical romanlara bayıldığımdan onu da beğenmiştim ve bunu da beğendim.

Kısaca karakterleri tanıtayım.

Westfield Kontu Marcus Ashford:   Yedinci Westfield Kontu ünvanına sahip, çapkınlığıyla bilinen, tabi ki inanılmaz yakışıklı, karşısına çıkan her kadının erimesine sebep olan küstah bir adam Marcus.  Ayrıca Kraliyet için çalışan güvenilir bir ajan.
Edit:*Ömrü boyunca ıssız bir adada yaşasa ancak bu kadar olur. Sevgilisi olacak hanımefendiyle konuşma zahmetine bile girmeyen, her şeyi yatakta halleden sinir bozucu erkek karakter.*
Vikontes Elizabeth Hawthorne:    Yine göz kamaştıran bir güzelliğe sahip, Lord Hawthorne'nun ölümünden sonra dul kalan bir kadın ve ayrıca Marcus'u en çok etkileyen ve bir de bundan dört yıl önce Marcus'u kolaylıkla terk edip başka bir adamla evlenebilen kadın olma ünvanına sahip.
Lord Nicholas Eldridge:   "Tek amaçları korsan ve kaçakçıları yakalayıp sorguya çekmek olan son derece seçkin bir ajan grubunun başında ve Kraliyet Donanması himayesinde çalışan biri olarak sınırsız güce sahip."
Vikont Nigel Hawthorne:      Elizabeth'in üç yıl önce  bir soyguna kurban ettiği söylenen kocası. Fakat ölmeden önce o da teşkilat için çalışmaktaydı.
Christopher St. John:     Meşhur bir korsan ve Marcus'un ele geçirmeyi en çok istediği kişi St. John. Bunun sebebi ise St. John'un Ashford Gemicilik'e düzenlediği baskınlar.
Avery James: Teşkilatın diğer ajanlarından biri ve bu görevde Marcus'un ortağı.
Lord William Barclay: Elizabeth'in abisi ve evlenmeden önce o da teşkilat için ajan olarak çalışıyordu.

Hangisi vatan haini, hangisi doğruyu söylüyor, güvenilir olan kim? Bunları kitap ilerledikçe öğreniyoruz.

Dört yıl önce Elizabeth ile Marcus'un güzel giden bir ilişkisi vardır fakat bir gün Elizabeth,  Marcus'un evine gidip onu bir kadınla bulduğunda hiç sorgulama ihtiyacı duymadan aldatıldığını düşünür ve Marcus'u terk eder. Marcus onunla konuşmak için peşinden gitmez çünkü yanındaki kadın içinde bulunduğu görevlerden biriyle ilgilidir ve Elizabeth'in yanına gitmek için önce o kadını halletmesi gerekir. Elizabeth'e gittiğinde ise Elizabeth çoktan şehri terk etmiştir ve bundan kısa bir süre sonra Lord Hawthorne ile evlenip kendini avutur. Marcus da ülkeyi terk eder ve dört yıl boyunca dönmez.

Babasının ölümüyle beraber dönen Marcus, Elizabeth'in kocasının öldürüldüğünü biliyordur ve teşkilat olarak bunun sorumlusunun St. John olduğunu düşünürler çünkü Lord Hawthorne öldürüldüğü sırada St. John'un peşindedir.

Elizabeth'in yokluğunda Marcus çok acı çekmiştir ve Elizabeth'e olan kızgınlığı onun kendi hislerini yanlış yorumlamasına sebep olur. Elizabeth'e duyduğu bitmek tükenmez cinsel arzuyu bastırırsa artık acının biteceğini düşünür ve Elizabeth'e daha yakın olabilmek için Elizabeth'i koruyacak ajan görevini üstlenir. Elizabeth ise hala aldatıldığını düşünüyordu ve Marcus'ı yakınında istememektedir ancak aralarındaki çekim onun da karşı koyamayacağı kadar büyüktür.  Marcus arzusunu asla dindiremiyor ve dindirecek olsa bile Elizabeth'ten uzak olmak istemiyordur.
Yine de kitap boyunca çok az aşka şahit oluyoruz bence. Slyvia Day'in tarzından olayı çokça cüretkâr sahne bulunmasına rağmen diğer aşk kitaplarında olan insanın içine dokunan aşkı malesef hissedemedim ben.

Leydi Elizabeth Hawthorne'nun eline geçen Lord Hawthorne'nun günlüğü birileri tarafından isteniyordur ve bu da Elizabeth için tehlike yaratıyordur. Bu da Marcus'un sürekli bir şekilde endişe içinde olmasına sebep olur. Lord Hawthorne'nun katili gerçekten St. John mudur? Asıl hain kimdir? Günlükteki şifreli yazılar teşkilat için ve katil için ne ifade ediyordur? Bunların hepsini öğreniyoruz ve finalde nihayet gerçek bir aşk hissedip kitabı beğenerek kapatıyoruz.

İlk iyi yüz sayfası neredeyse olaysız ilerleyen kitabın sonlara yaklaştıkça her sayfada heyecanı artıyor ve oldukça güzelleşiyor.
Yine de Crossfire serisi gibi harika mıydı? Kesinlikle hayır ama Crossfire Historical değildi ve işleniş olarak da farklıydılar. Önce Crossfire'ı okuduğum için Slyvia'nın diğer romanları o kadar etkileyici gelmiyor belki de.
Yine de kötü bir kitap mıydı? Hayır. Ve Slyvia Day'i okumaya devam edeceğim.

20 Temmuz 2014 Pazar

Etkinlik


Yeni blogların ya da keşfedilememiş blogların keşfedilmesi adına başlatılan bu etkinliğe siz de katılın!
Tek yapmanız gereken buraya tıklamak ve istenilenleri yapmak. :)

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Kitap Önerisi & Yorumu: SERENAD

Bu kitabı uzun zaman önce okumuş olduğum için uzun uzun karakter tanıtımı ya da kurguda geçen olayları anlatamayacağım ama uzun zaman okumuş olmama rağmen ne kadar beğendiğimi unutmadığım bir kitap Serenad. Zülfü Livaneli'nin okuduğum ilk kitabıydı ve annemin önerisiyle okumaya başlayıp bir oturuşta bitirmiş, sonrasında uzun süre arkadaşlarıma Serenad'ı övüp, önerip durmuştum.

Kitap çok iyi bir roman olması dışında çok bilgi verici bir kitaptı. Tarihte yaşanan ama çoğu insanın adını bile bilmediği trajik olayları en okunabilir hale getirip okurlarına sunmuştu Livaneli. Okurken şaşırıyor, üzülüyor ve
hayran kalıyorsunuz. Struma'yı, Mavi Alay'ı, okudukça içiniz gidiyor. 

Ve uzun yıllar süren büyük bir aşka tanık oluyoruz. Maximillian Wagner ve Nadia, Hitler zamanında tanışmışlardır ve Nadia bir Yahudi'dir. Bu da bir süre sonra acı bir şekilde ayrı düşmelerine sebep olur.
Gerçekten çok acı verici bir aşk hikayesi okuyoruz. Profesör Maya Duran'ın ailesinin geçmişinin ortaya çıkışını, günümüzde yeterince bilinmeyen trajik olayları okuyoruz.

Seksen yedi yaşındaki Maximillian Wagner'ın öldüğü ana kadar içinde sakladığı büyük aşk insanı yaralıyor okurken.

Arka Kapak:
Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.
1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.

Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.

Okurunu sımsıkı kavrayan Serenad'da Zülfü Livaneli'nin romancılığının en temel niteliklerinden biri yine başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz dengesi.

-----


Mavi Alay Olayını özetleyecek olursak, İkinci Dünya Savaşı sırasında baskı altında olan Kırım Türkleri, Ankara tarafından Almanların yanında savaşmaları için ikna edilirler. Ama Türkiye savaşa katılmamış, sadece Almanya'yı destekliyordur.

Kırım Türkleri, Mavi Alay adında bir birlik oluştururlar.

Fakat Almanya yenilir ve Mavi Alay kaçmak için göçe başlar. Sivil halk da ölmemek için onlara katılır. Ama bu defa da İngilizlerin esiri olurlar. Rusya, esir tutulan Kırım Türklerini ister ve İngiltere bunu kabul eder.
Kırım Türklerinin bazıları Rusların esiri olmamak için intihar ederler. Geri kalanlar ise trenlere doldurulup Ruslara teslim edilmek üzere yola çıkarlar. Tren Türkiye'den geçerken, Türkler, Kırım Türklerinin yardım çığlıklarını görmezden gelirler. Ruslara yaklaşıldıkça Kırım Türklerinin intiharları artar ve geri kalanlar ise Rus askerleri tarafından öldürürler.


Struma Olayı ise, Hitler'in Yahudileri öldürmesi sebebiyle, Romanya'da yaşayan Yahudiler, aslında toplam 150 kişi kapasitesi olan Struma Gemisine 780 kişi bindiler. Amaçları İstanbul'a gidip ardından oradan trenle Filistin'e gitmekti. 
Gemi teknik açıdan 780 kişi alabilecek kadar güçlü değildi ve ayrıca gemide tek bir tuvalet vardı, yiyecek problemi de yaşanıyordu. 
Geminin ilk arızalanmasında yolcular kendi eşyalarını, paralarını birleştirerek bir Rumen şilebine tamir ettirdiler gemiyi fakat gemi Boğaziçi'ne vardığında yeniden arızalandı. Gemi bir Türk şilebi tarafından Sarayburnu'na getirildi ve geminin dışına tek bir kişinin bile çıkmasına izin verilmemeye başladı. 
İstanbul'daki Yahudiler Struma gemisindekilere yardım etmek için uğraşıyorlardı ve sonuç olarak gemiye yiyecek içecek yardımı yapılmaya başladı ama yiyecek azdı ve bu yolcular arasında kavgalara sebep oluyordu.
Ayrıca önemli hastalıklar baş göstermeye başlamıştı.

Yetkililer, gemideki önemli şahısların gemiden indirilmesini sağladı fakat geri kalanlar 68 gün boyunca güvertede yardım çığlıkları atarak, hastalıklarla, açlıkla boğuşarak Sarayburnu'nda tutuldular. 
Sonrasında Türk römorkları tarafından açık denize sürüklenen Struma Gemisi, Sovyetlerin gönderdiği bir torpille batırıldı.
Yalnızca iki kişi hayatta kalabildi. 
Struma Gemisi

-----

Kitapta, Maximillian Wagner'ın karısı Nadia da Struma gemisinde bulunuyordu ve yanlış hatırlamıyorsam Maya Duran'ın babaannesi de Mavi Alay ile beraberdi. Zülfü Livaneli, kitabın içinde bulundurduğu tarihi bilgileri daha kolay okunabilir hale getirmişti, bazı bölümleri yorsa da çok ağır bir kitap değildi.
Okuyun derim, burada anlatılamayacak kadar fazla şey var kitapta. 
Sevgilerimle. :)





17 Temmuz 2014 Perşembe

Sahilde Kafka / Umibe No Kafuka

İlk yazıma Sahilde Kafka ile başlayacağım çünkü bu son zamanlarda okuyup en çok beğendiğim kitaplardan biri ve maalesef bunun ardından pek kitap okuma fırsatım olmadı. Bir an önce başlamak istiyorum!
Kapağı bile kendine çeken bir kitap bence. Haruki Murakami'nin adını duyup merak ettim ve bu kitabı aldım, elbette pişman değilim. Henüz Murakami'nin diğer kitaplarını okumadım ama okuyanların yorumları, Sahilde Kafka'nın başlamak için doğru kitap olduğu yönünde.

Öncelikle bu kitap bir defa okuyup bir köşeye bırakılacak bir kitap değil. Birkaç defa ve sindire sindire okumak gerekiyor, şayet elimde eskidi kitap. Yine de tekrar okusam daha mı iyi olurdu diye düşünmüyor değilim. Çünkü içinde bir çok metafor, anlamak için tekrar tekrar okumak gereken cümleler var. Bazı yerler oluyor ki "Murakami olmak vardı be!" diyorsunuz. Yalnızca bu kitaptan bile yazarın ne kadar yüklü bir bilgi birikimi olduğunu görebiliyorsunuz.
Kitapta çok fazla karakter ve bir sürü olay olduğundan anlatmak zor olacak, kısaltabildiğim kadar kısaltacağım.
Kafka Tamura
Başlangıçta kitabın ana karakteri Kafka Tamura'yı anlatayım. 15 yaşında, olgunlaşma çağında olması gereken ama sanki uzun zaman önce olgunlaşmış bir karaktere sahip. Yine de cinsel dürtülerine engel olamayacak kadar ergen, önemli kararlar alabilecek kadar yetişkin. Diğer onbeşliklerin aksine o çok hırslı bir çocuk. Çok fazla kitap okuyan, sorgulayan, sonuçlar çıkaran, varsayımlarda bulunan ve bolca spor yapan biri. Üç defa okuldan uzaklaştırma almış ve boş zamanlarını kütüphanede ya da spor salonunda geçirmiştir. Her ne kadar mükemmelleştirilmiş biri olmasa da bazen Kafka'dan iyi bir arkadaş olurdu diyorsunuz ve kitap boyunca oluyorsunuz da. Sorunlu bir çocukluk geçirmiştir ve ailesinden gelen genleri taşıdığı için kendi bedeninden, kendi deyimiyle "bulunduğu kaptan" nefret ediyor.

Yıllar önce babası tarafından bir kahenet yapışıyor üstüne. Kahenete göre Kafka gün gelecek öz babasını öldürecek, öz annesi ile cinsel ilişkiye girecek ve üstüne ablasına tecavüz etmeye çalışacaktır. Ve Kafka bu kehanetten kaçmak için, çantasını alır ve Takamatsu'ya taşınır. Ve bu süreçte karşısına bir tane bile kötü ya da bilgisiz insan çıkmaz, hepsi de oldukça kültürlü ve tuhaf insanlar!
Karga Adlı Delikanlı
Kafka'ya eşlik eden, Kafka'nın iç sesi, benliği olan Karga adlı delikanlı'yı okuyoruz. Kafka'nın bir nevi yardımcısı, onun aklını başına getiren, hatta ona akıl veren benlik. Sık sık, "dünyanın en sert onbeşlik delikanlısı" olduğunu hatırlatır ona. Yerine geldiğinde kendine gelmesini sağlar, silkeler. Kitabı ilk okuyuşumda da belli bir yere kadar Karga'yı gerçek biri sanmış, olduk olmadık yerlerde konuştuğunda "Bu nerden çıktı yahu?" dediğim olmuştur, onun bir iç ses olduğunu anladığımda da kendime aptal dediğim de doğru.
Oşima 
Oşima, Kafka'nın aşık olacağı Saeki Hanım'a ait kütüphanede çalışan, okulda başarısız olduğu halde okurken bana sanki her şeyi biliyormuş havası yaratan karakter. Yaptığı alıntılar, ürettiği metaforlar, "yahu bir insan bunların hepsini nereden bilir?" dedirtiyor. Oşima Bey, ne kadar kitapta bahsedilmese de karanlık bir geçmişe sahip bence. Hemofili hastası ve kitapta cinsiyetsiz olarak nitelendirilen biri. Bedenen tamamen kadın ama bilinç olarak tamamen erkek. Yine de eşcinsel değil. Kafka onunla tanıştığında onun abisi/ablası olabileceğini düşünür. Kafka tanıştığı kadınların hepsinin annesi ya da ablası olabilme ihtimalini düşünüyor.
Oşima benim favori karakterlerimden biri oldu, sebebi de Kafka ile aralarında geçen diyaloglar olsa gerek.
Ayrıca Oşima'nın elinde her zaman ucu sivriltilmiş bir kurşun kalem bulunur, bunun mesajını pek anlamadım diyebilirim ama bir ayrıntı olarak hoşuma gitmişti.
---
Bu sırada 1944'te yaşanan, Setsuko Okamoçi adlı genç bir öğretmenin şahit olduğu olayı onun ağzından dinliyoruz. Anlattıklarına göre, öğrencileri ile Tastepe adlı bir yere gider ve orada öğrencilerinden mantar toplamalarını ister. Bu olurken gökyüzünden uçak olduğunu düşündükleri bir araç geçer ve gider, ne öğrenciler ne de Setsuko Hanım bunu önemsemezler, savaşa giden bir uçak olduğunu düşünürler. Sonrasında birden bire bütün öğrenciler gizemli bir şekilde yere yığılırlar. Sestuko Hanım ise gayet sağlıklıdır. Hemen gidip yardım çağırır. Öğrencilerin gözleri açıktır ve gözbebekleri hareket etmektedir. Yine de hiçbir şey görmüyordur çocuklar, sanki bir tür trans halindeymiş gibi. Sonrasında çocuklar bir bir uyanırlar.  Hiçbirinde neden bayıldıklarına dair bir belirti yoktur ve çocukların hepsi bayıldıkları anları hatırlamıyordur. Sanki beyinlerinden o anlar silinmiş gibi. Yalnız bir çocuk uyanamamıştır. Nakata. Üç hafta boyunca o halde kalmış ve uyandığında ise belleğini tamamen yitirmiştir.  Setsuko Okamoçi'nin şimdilik tüm anlattığı budur, ama gizlediği bir şeyler vardır ve bunu daha ileriki zamanlarda bir mektubunda açıklamaya çalışır.
---
Satoru Nakata
Tastepe olayında bir süre uyanamayıp uyandığında hafızasını kaybetmiş olan çocuğun altmışlı yaşlara gelmiş halini okuyoruz. Nakata sadece bugünü yaşayan, biraz akılsız biridir. Daha doğrusu çocukluğundan beri herkes ona akılsız dediği için kendisi için başka bir tanımlama bulamaz. Cümlelerine "Bendeniz Nakata..." diye başlar. Ayrıca gölgesi siliktir. Vali Bey'den aldığı para ve "insanların kaybolan kedilerini bularak" kazandığı para ile geçinen biri. İlginç bir şekilde kediler ile konuşabiliyordur. Ve bazı taşlarla. Evet, konuşabildiği taşlar vardır. Can sıkıntısının ne demek olduğunu bilmiyordur. Asla sıkılmaz. Ayrıca  gökten balıklar da yağdırabilir!

Nakata'nın hayatı Johnnie Walker ille tanıştıktan sonra değişir. Johnnie Walker adlı adamla tanıştıktan sonra hayatının ne kadar boş olduğunu, bilmediği hiçbir şey olmadığını anlar. "Gölgem bile, normal insanların ancak yarısı koyulukta." der ve artık beynini doldurmaya, gölgesinin kaybolan yarısını bulmaya karar verir. Ama buna fırsatı olmaz. Bir çok kişinin favori karakterlerinden biri olmasına rağmen Bendeniz Cemre Nakata karakterinin bölümleri okurken sıkıldığımı söyleyebilirim.

Saeki Hanım

Kitabın en karmaşık karakterlerinden biri bana göre. Ellili yaşlarında, çok güzel, zarif bir kadındır ve Kafka'nın da dikkatini çeker.

Saeki Hanım gençliğinde büyük bir aşk yaşamıştır. Ruhunun diğer yarısını bulmuş, asla o zamanlar olduğundan daha mutlu olamayacağını düşünmüştür. Ve o zamanlar yaşadığı mutluluk onu yaşamının gelecek yıllarında mutsuzluğa mahkum etmiştir çünkü sevgilisi henüz yirmi yaşında ölmüştür. Bundan sonra Saeki Hanım kendini insanlardan uzaklaştırmış, kaybolmuştur. Yıllarca da kimseye görünmemiştir.

Bir süre sonra ise dönmüş ve Kamura Kütüphanesi'nin başına geçmiştir. Her gün sahtedir onun için.

Sahilde Kafka adlı bir plak çıkarmıştır. Sözlerinden bazıları şöyledir.


uyuyan bir kertenkelenin üstüne parıldıyor ay,
küçük balıklar yağan göklerden.
pencerenin dışında askerler var
bıçaklarla kendilerini öldüren.

boğulan kızın parmakları
giriş taşını ve daha fazlasını arıyor.
mavi elbisesinin ucunu kaldırıp


Diğer olaylarla bağdaştırılabiliyor bu cümleler. Yine de tam olarak anlayamıyorsunuz. Giriş taşını, gökten yağan balıkları, kendini öldüren askerleri.
Kitabın sonlarında Saeki  Hanım, Nakata aracılığı ile giriş taşını açmış ve cezasını da almıştır.

Kafka Tamura Saeki Hanım'ın genç kızlığını rüyasında görür ve önce o haline, sonra gerçek Saeki Hanım'a aşık olur. Genç Saeki Hanım geceleri Kafka'nın odasını ziyaret eder. Üstünde mavi elbisesi vardır ve hiç konuşmaz, yalnızca oturur ve duvarda asılı olan, içinde sahilde oturan bir çocuk ve köpek olan Sahilde Kafka resmini izler. Sonra da gider.

Kafka Tamura Saeki Hanım'ın onun annesi olduğunu düşünür çünkü Saeki Hanım yıldırım çarpan insanlarla röportaj yapmış ve bunları bir kitapta toplamıştır ve Kafka'nın babası Koiçi Tamura'yı da eskiden yıldırım çarpmıştır. Kafka onların bu şekilde bir araya geldiğini ve Saeki Hanım'ın onun annesi olabileceğini düşünür.
Kafka ve Saeki Hanım birbirlerine bir çekim hissederler ve bu da Kafka'nın yıllar önce ölen sevgili olduğunu düşündürüyor. Olabilir mi? Bu kitapta her şey olabilir.  Saeki Hanım Kafka'nın annesi olabilir mi? Olabilir.

Johnnie Walker

Yok artık dedirten bir karakter. Kafka Tamura'nın babası Koiçi Tamura'nın bedenine sıkışıp kalmıştır ayrıca bir kedi katilidir! Kedilerin ruhlarından dev bir flüt yapacağını söyler. Kedi ruhundan bir flüt nasıl yapılır bilemiyorum ama onların ruhlarını alma biçmi oldukça kötü.
Nakata onunla konuşan bir köpeği takip eder ve Johnnie Walker ile karşılaşır. Bu evde buzdolabının içinde kesik kedi kafaları var! Ve Johnnie'nin yeni kurbanları, Nakata'nın aradığı bir kedi, ve bu kediyi ararken yardım istediği kedilerdir. Johnnie bunu yapmaya mecbur olduğunu söyler ve Nakata'dan onu öldürmesini ister. Nakata ise böyle bir şeyi yapabilecek biri değildir asla. Ama Johnnie Walker sırayla kedilerin önce karnını yarıp kalbini söküp o kalpleri ağzına attıkça ve kafalarını koparıp bedenlerini ise bir çuvala doldurunca Nakata birden bambaşka birine dönüşür ve Johnnie Walker'ı öldürür.  
Babasının ölümünün ardından polis Kafka Tamura'yı aramaya başlar. Şüpheli olarak değil yalnızca bilgi almak için. 
Kafka bir gün bir yerde uyanır ve üstünde kan lekesi vardır. Kanın kime ait olduğunu, bu yere nasıl geldiğini bilmemektedir ve kehaneti düşünür. "bir gün öz bababı öldüreceksin." Ve gazetelerde Koiçi Tamura'nın ölüm haberleri vardır. Oysa Koiçi öldüğü sırada Kafka ile aynı şehirde bile değillerdir ama Kafka yine de bunu bir şekilde yapmış olabileceğini düşünür. 

Saeki Hanım'ın Kafka'nın annesi olabileceği ihtimalini kabul ettiğimizde şöyle düşünebiliriz. Koiçi'nin içine giren Johnnie Walker'a rağmen Koiçi, Saeki Hanım'a aşık olmuş ve evlenmişlerdir ve Kafka doğmuştur. Sonrasında Saeki Hanım Koiçi Tamura'nın içindeki laneti fark eder ve  Kafka'yı kehanetten korumak için terk eder. Ama lanet yine de Kafka'dadır. Kafka Saeki Hanım'la karşılaştığında hem onun annesi olabileceğini düşünmüş hem de ona aşık olmuştur. Ve zamanla bu bir ilişkiye dönüşür.

Sakura

Sakura, Kafka'nın Takamatsu'ya giderken tanıştığı bir genç kız. Kafka tanıştıklarında ondan etkilenmiş, onu arzulamış ama bir yandan onun ablası olabileceğini düşünmüştür. Vedalaştıkları sırada Sakura Kafka'ya yardıma ihtiyacı olursa ona gelebileceğini söyler.

Kafka kalacak bir yere ihtyiacı olduğunda Sakura'yı arar ve onun evine gider. Geceyi beraber geçirirlerken Kafka Sakura'ya ona duyduğu cinsel arzuyu belli eder ve Sakura da ona düzenli bir sevgilisi olduğunu anlatır.

Kafka rüyasında Sakura'ya tecavüz ettiğini görür.
Sakura ona, "Ben senin ablanım, sen de benim kardeşimsin. Aramızda kan bağı olmasa bile, abla kardeşiz. Aramızda bir aile bağı var." (syf.516) der.




-----

Kitapta bu karakterlerin dışında daha bir çok karakter var. Kitap bence kesinlikle okunması gereken bir kitap. Okumaya başladıktan sonra verdiğiniz aralarda aklınızdan çıkmayacak bir kitap. Çünkü ben okurken sürekli devamını merak ediyor ve yazarın hayal gücüne şaşıp kalıyordum. Olayların birbiriyle bağlantısı, gelişimi, ilerleşiyi hayran olunmayacak gibi değildi ama bu kitabın bir sonu yoktu.

Aklındaki soruların cevabını vermiyordu, evet kitap boyunca şaşıp kalıyordunuz. Ama kitabın sonuna geldiğinizde, her şey karmaşıklaşıyor ve adeta bir rüyaya giriyorsunuz. Her şey öyle hızlı ve öyle hayal gibi ilerliyor ki. Kitabı bıraktığınızda bir boşluğa dalıp Kafka'yı düşünüyorsunuz.




Belki anlayamadığımdan ama aklımda sorular var,

Nakata ve Saeki Hanım'ın gölgeleri nasıl silikleşti?

Gökten balıklar nasıl yağar?

Nakata nasıl kedilerle konuşabiliyor ve bu yeteneğini neden kaybetti?

Johnnie Walker ve Albay Sanders tam olarak nedir?

Giriş taşı nedir?

Sahilde Kafka'daki o iki akordun anlamı nedir?

Ve daha bir çoğu... Bunların cevabı kitapta var mıydı emin olamıyorum.


Yine de, okuduğum en iyi kitaplardan biriydi kesinlikle. Bir rüya gibi akıp gitti. Murakami'nin diğer kitaplarını okumayı deli gibi istememe sebep oldu ve ansiklopedi gibi görünen devasa 1Q84 kitabı kitaplığıma girdii. Henüz başlamadım çünkü ondan önce İmkansızın Şarkısı ve Zemberekkuşunun Güncesi'ni okumak istiyorum.


Ve son olarak, bu kadar harika bir çeviri yaptığı için çevirmenini gerçekten tebrik ediyorum, Japonca'dan çeviri ve harika olmuş.

Kitaptan Alıntılar

“Labirent kavramının ilk bulanlar, şu an anlaşılabildiği kadarıyla Eski Mezopotamyalılar. Onlar, hayvanların bağırsağının çekip çıkararak fal bakarlarmış. Elbette o karmaşık şekil dikkatlerini çekmiş olmalı. İşte bu yüzden, labirentin o şeklinin temeli bağırsağa dayanır. Yani labirentin temel prensibi aslında senin içindedir. Üstelik dış dünyadaki labirentlerle paralellik gösterir. (syf.490)

“Yerine göre, kader dediğimiz şey, dar bir yerde sürekli yönünü değiştirerek dönüp duran bir kum fırtınasına benzer. Sen ondan kurtulmak için ayağını bastığın yeri değiştirirsin. Bunun üzerine fırtına da sana ayak uydurmak için yönünü değiştirir. Bir kez daha bastığın yeri değiştirirsin. Tekrar tekrar, sanki şafaktan hemen önce ölüm tanrısıyla yapılan uğursuz bir dans gibi, aynı şey tekrarlanıp gider. Neden dersen, o fırtına uzaklardan çıkmış gelmiş herhangi bir şeyden farklıdır da ondan. O fırtına aslında sensindir. Yapabileceğin tek şey, ayağını dosdoğru fırtınanın içine daldırarak, gözlerini kum girmeyecek şekilde kapatıp adım adım fırtınanın içinden geçmektir. Fırtınanın içine ayak attığındaki kişi olmayacaksın artık, aynı kişi olmayacaksın. Evet, işte kum fırtınasının anlamı bu.” (syf.10)


“Eğer öyle bile olsa, yani senin seçimlerinin ve çabalarının boşa gitmesi kaderle ilgili bir şeyse bile, sen neticede değişmez bir gerçek olarak sensin ve kendinden başka bir şey de olamazsın” (syf.279)

“Hepimizin böyle çöküp gitmesi dünyanın kurgusunun çöküş ve yitim üzerine kurulu olmasından. Bizim varlığımız o prensibin gölgesinden başka bir şey değil.” (syf.468)


Merhaba

Merhabalar. Ben Cemre ve bir çok bloggerın yaptığı gibi ben de bir "kitap yorumu blogu" yapmaya karar verdim. Umarım güzel olur, yakında başlayacağım paylaşımlara! :)